top of page
Search

Ümit Ünal ile görüşme

  • Writer: Özkan Eroğlu
    Özkan Eroğlu
  • Nov 16, 2019
  • 7 min read

7 Mart 2018 Çarşamba günü saat 14.00’te değerli yönetmen Ümit Ünal ile bir araya geldik. Yaklaşık 1,5 saatlik görüşmenin, 1 saatlik kayıtlı halinden aşağıdaki görüşme metni çıktı:

Özkan Eroğlu: Son filminiz “Sofra Sırları”nı izlediğimde sinemaya tiyatroyu yedirmeye uğraşan bir zihin gördüm. Bundan çok etkilendim. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ümit Ünal: Türk sinemasında en büyük eksikliklerden birinin, dramatik gelenekle kurulması gereken “bağ” olduğunu düşünüyorum. Batıda çekilmiş bir filme baktığınızda, Bir Amerikan aksiyon filminde bile ikili konuşmaların, diyalogların çok güzel aktığını ve güzel sahneler kurulduğunu görürsünüz. Çünkü özellikle İngiltere’de çok büyük bir tiyatro geleneği var. Anglosakson sineması da o gelenekten besleniyor. Türk sinemasında o dramatik gelenek eksik. 1970’lerdeki filmlere baktığınızda görüyorsunuz; düzgün bir sahne kurmaktan aciz filmlerin çoğu. O dönem filmlerinin çoğu peşpeşe düşen fotoğraflarla ve kısa kısa tepkisel sahnelerle ilerliyor. Bütünlüklü, dramatik bir sahne kuran, sekans haline getiren sadece Metin Erksan var. O da birkaç filminde yapabiliyor.

Biz dramatik gelenekten tamamen kopuk, o ilkel sinemadan; bağımsız sinema çerçevesinde bir minimalist sinemaya atladık. Bağımsız sinemanın örneklerine baktığımızda, daha çok fotoğraf ve atmosfer üzerine kurulu çoğu. Bu sinemanın çok güzel örneklerini yapanlar var ama benim sinemada derdim, dramatik gelenekle bir köprü kurmak. Minimalist sinema hiç ilgimi çekmiyor. Benim kafam o şekilde işliyor. Sinemadan çok edebiyattan beslendim, besleniyorum. Senaryo okuyacağıma oyun okuyarak kendimi yetiştirdim.

📷

Ö.E: Teatrallik hissediliyor.

Ü.Ü: Filmlerimin “teatral” olduğunu düşünmüyorum yine de. Filmlerimin çoğunun tek mekân ağırlıklı olması o teatral etkiyi yaratıyor olabilir. Ama görsel dili ve anlatımı bütünüyle sinemasal, tiyatrodan çok farklı. Hele işin içine kurgu da girince, en “teatral” olarak görülen 9 bile tiyatro sahnesine uyarlanamaz diye düşünüyorum. Çünkü evet tiyatro ve edebiyattan ilham alıyorum ama bu dramatik gelenek doğrultusunda, tamamen sinemasal bir dünya kurmaya çalışıyorum.

Ö.E: Ağırlıklı olarak tiyatro kökenli oyuncularla çalışıyorsunuz. Dışarıdan alımlamamla söylüyorum bunu; bu güzel bir duygu. Tiyatrocular hep şundan yakınmıyorlar mı? Sinema oyuncusu farklı, tiyatro oyuncusu farklı diye. Tiyatroyu sinemaya yedirdiğinizi düşünmem ondan. Aradaki statüyü veya tepeden bakmayı da ortadan kaldırıyorsunuz. Kanımca o zaman oyuncularınız daha çok cesaretleniyor.

Ü.Ü: Şöyle söyleyeyim, çok natüralist sinema sevmiyorum. Bir parça oyunculuk görmek istiyorum. Yazdığım metinlerde doğal bir dil yakalamaya çalışıyorum ama sonuçta natüralist bir dünya anlatmıyorum. Olduğu gibi göstermeye çalışmıyorum. Bütün yazdıklarımda zihin oyunları, rüyalar, halüsinasyonlar, göndermeler vardır.

Ü.Ü: Tinsel göndermeler var.

Ö.E: Aslında gerçek hayatta öyle değilim, metafizik inançlarım yok, hatta katı pozitivist biri olduğum söylenebilir. Ama edebiyatta veya sinemada, yani kurmacanın dünyasında, zihnimizin ürettiği hayallerin, hayaletlerin, zaman kaymalarının, rüyaların, tesadüflerin bize olağanüstü fırsatlar sunduğunu düşünüyorum. Bunların üzerine yoğunlaşmak hoşuma gidiyor. “Gerçeğe” hayaller ve rüyalar üzerinden işaret etmek hoşuma gidiyor.

Ö.E: Benim takıldığım bir konu var mesela sinemada Jean Luc Godard’ın “Film Socialism”i beni çok etkilemişti. Etkilenme nedenim olarak Schelling üzerinden söylersem; resimden heykele varırsınız da, bunların en başında müzik vardır ve müzik de heykele resim aracılığıyla bağlanır. Görsel sanatlar ve müzik ilişkisi. Düşündüğüm zaman aklıma şu geliyor. Resim ana kilit noktası. Bir yönetmen için de çok önemli bence. Bir tezim var: “A noktası: Giotto, B noktası: Duchamp, C noktası: ?”. Burada henüz belirsiz durumda olan C noktasının hareketli görüntüyle ilgili olacağını düşünmüş, bunu Sanatın Yeniden İnşası isimli kitabımda da dile getirmiştim. Hatta Godard’ın filminin bu C noktasıyla çok ilgili olacağını düşünmüştüm 2010’da izlediğimde. Anlamsız alt yazılar ve üst üste yan yana konumlanan görüntüler. Türkiye’de sizi izleyene kadar böyle bir şeyi görmemiştim. Sizin filmlerinizde bir şey hissetmeye başladım. Bir pırıltı, bir umut hissettim. Derin hislenmeme ve içgüdülerime çok güvenirim. Sizde filmi yaparken bozma gibi bir edim var çünkü. Bence bu çok önemli bir eylem… Ressamın tuvali yaparken kirletmekten çekinmemesi gibi. Hakikaten böyle yaparken bozma gibi bir ediminiz var mı? Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Ü.Ü: Edebiyatta da sinemada da “güvenilmez anlatıcı” diye bir şey var. Eskiden yazar anlatıcı olduğunda herkes “tanrı-yazar” olarak ona güvenirmiş “On beş yaşında İstanbul’a geldiğinde...” diye hikâyeyi anlatmaya başladığında, okuyucu onun her şeyi bildiğine ve elinden tutup hikayenin katmanları arasında rehberlik yapacağına güvenirmiş. Sanırım ben yazmaya başladığımda önceleri bilmeyerek, sonra bilerek o güvenilmez anlatıcı fikrini çok sevdim. Benim kullandığım anlatıcıların- kendi kafama göre yapabildiğim filmlerin çoğunda film anlatıcıları güvenilmez anlatıcıdır. Bir hikaye anlatırlar ama seyircinin onun arkasında asıl neyi anlattığını görebilmesi lazım. “Anlat İstanbul”dan “Dokuz”a kadar filmlerimde herkes kendi bakış açısına göre hikayeler anlatıyor ve seyircinin anlatılanların toplamından bir sonuç çıkartması gerekiyor. Örneğin “Sofra Sırları”nda Neslihan diye bir anlatıcı var, ama anlattığı hikayeye kendi de inanıyor mu bilinmez, onun anlattığı hikâyeden biz başka bir sonuç çıkartacağız. İlk senaryom “Teyzem”de bile, teyzenin yeğeni; yani benim gözümden anlatılan kısmı var. Teyzemin günlüklerinden, defterlerinin kıyısına aldığı notlardan, çizdiği resimlerden de çıkan bir hikâye var. Sanırım size kendi yaptığımı bozuyormuşum gibi gelen şey bu. Bir hikâye kuruyormuş gibi yapıyorum, sonra onu yıkıp içinden başka bir hikâye çıkartıyorum. Bir bakış açısı kuruyormuş gibi yaparken, aslında onun şöyle değil de böyle olduğunu gösteriyorum.

Ö.E: İkisini ortak götürebilmenin verdiği başarı oldu belki. Benim takıldığım kavramlardan biri sanat entelektüeli meselesi örneğin. Bir sözünüz çok hoşuma gitti. Ertem Eğilmez’den örnek veriyorsunuz. Onu sizin ağzınızdan dinleyelim. Güzel bir örnek çünkü…

Ü.Ü: Ertem Eğilmez’in meşhur bir lafı vardır: “Sanat filmi nedir ki? Bir film iyi ise sanattır zaten”. Bu “sanat”-”ticari” ayrımı tamamen pazarlamayla ilgili bir şey. Bazı yönetmenler kendi fikirlerini büyük bütçeli filmlerde hayata geçirmenin yolunu buluyorlar. Kubrick’in 2001: A Space Odyssey” filmi “sanat” değil mi? Ama zamanında çok büyük bütçelerle yapılmış gerçek bir ticari film. “Sanat filmi” lafını hep tırnak içinde kullanıyorum. Miyazaki'nin Ruhların Kaçısı; “Spirited Away” aslında ciddi bir sanat filmi. Berlin’de Altın Ayı almış ama aynı zamanda o yılların en çok iş yapan filmi olmuş. Sinema pahalı bir endüstri, en küçük bütçeli dediğimiz bir sanat filmi de aslında 100.000 dolardan daha aşağı değil, bu harcamanın altında film yapmanız çok zor. Sinema eğlence endüstrisinin parçası olduğu için, onun taleplerine bir yere kadar direnebiliyor. Her sanatçı o taleplere uyarken kafasındaki dünyadan fedakârlıklar etmek zorunda kalıyor. Bazısı kendinden tavizler veriyor. Dolayısıyla yaptığı işler daha kötü oluyor. Bazısı taviz vermeden de yaptığı işin sanat niteliğini koruyarak ilerleyebiliyor. Ben hep bu konuyu mimarlıkla karşılaştırıyorum. Bir mimar olarak memlketin size sunduğu malzeme ve gelen taleplere göre şu an şehirlerimizi dolduran çirkin apartmanları da yapabilirsiniz. Bir yandan da kendi istediğini ufak bir ev ya da dev bir yapı şeklinde tasarlayabilen “sanatçı” mimarlar var. Bütün mesele endüstrinin içinde nerede durduğunuz, kendiniz ne kadar gerçekleştirebildiğiniz.

Ö.E: 2006’de Almanya’da ART dergisinde sanatçı sözcüğünün klişe olduğu, buna alternatif ne olabilir diye tartışmalar oldu. En uygun olanı “sanatçı” ve “yaratıcı sanatçı” diye bir ayrıma gittiler. Ülkemizde resim alanıyla ilgili 1850-2000 arasında sadece 8-10 yaratıcı sanatçı çıkabiliyor. Sinemada durum daha da vahim. Video ile sinema ilişkisine nasıl bakıyorsunuz? Sanatı filmlerine yedirmeye çalışıyorsun. Son filminizi izledikten sonra bu röportaj için heyecanlandım. Filmlerinizde gerçekten bir kaygı var, risk alıyorsunuz.

Ü.Ü: Filmlerini belli kurallara göre yaparsan endüstride bir yere gelmen daha kolay. Tutan bir şey gördükten sonra bakıyorsun arkasından beş taklit film daha yapılıyor. Yeni bir şey denemekten çok, yaptığım işlerin çoğunda bir derdim oluyor. Aslında o derdi anlatmak istiyorum. O da kendi tarzını getiriyor. Bir taraftan birbirine benzer filmler yaptığımda çok sıkılacağımı düşünüyorum. Seyirciyi de düşünürüm, ama kendimi de aşmam lazım. Bir şey söylemem lazım diye düşünüyorum.

Ö.E: Filmlerinizin hepsini izledim. Filmlerinizin ümit veren bir yanı var. Samimiyet yakalanıyor. Işıltılı filmler. Türkiye’de biraz olsun doğruyu görmek çok önemli. Kişinin kendi toplumu veya yarattığı kendi köklerinden beslenmesini önemli buluyorum. Siz de filmlerinizde hem bu toplumdaki köklerden, hem de önceki filmlerinizde yarattığınız bir arkı gündeminize alabiliyorsunuz. Böylece filmlerinizde önem noktaları oluşuyor ve her filminizde bu önem noktaları artarak seyircinin karşısına geliyor. Böyle bir mekanizma olduğundan son filminiz “Sofra Sırları”nın etki dozu bence hepsinden yüksek. Bu sonra gelecek yeni filmlerde de size özgü bir üslup olduğundan devam edecek artarak. Filmleriniz soyutla da ilişki kuruyor ve böylece somut ile soyutun gerçekte hiç de ayrı şeyler olmadığı gerçeği seyircinin yüzüne vuruluyor. Plastik sanatlarla ve kavramsal sanatla ilginiz nedir?

Ü.Ü: İki sene önce “Mahlûkat Bahçesi” diye bir sergi açtım. Bu Nisan’da Beyoğlu’nda bir galeride ufak bir sergim olacak. Küçüklüğümden beri aslında ressam olmak istiyordum. Biraz rastlantıyla sinemacı oldum. Hayat boyu iyi bir resim izleyicisi olduğuma inanıyorum. Kavramsal sanat konusunda olağanüstü bir bilgim var diyemem ama onunla da ilgiliyim. Ben bir sanat yapıtının kendinden başka bir şeye indirgenemez olması gerektiğini düşünüyorum. Bir resimle kurduğun ilişki başka şeyle anlatılamaz. Yazıyla uzun uzun tarif edersin, olmaz. Ya da bir müzik parçasının etkisini başka bir araçla anlatamazsın. Kavramsal sanat adına yapılan işlerin çoğu makale de olabilir, karikatür de olabilir. Video Art adına yapılanlar kısa film de olabilir. Bir şeyin filmini çekip, bir enstalasyonun içine yerleştirip, orada o filmi göstermek Video Art değildir. Sanatçının videoyu gerçekten kendine özgü bir deneyim yaratmak için kullanıyor olması lazım. Başka türlü anlatılamıyor olması lazım ki tek anlatım yolu video ile anlatılsın.

Ö.E: Az önce resim sanatı ile ilgili söylediklerinize hiç şaşırmadım. Çünkü bir sinema yönetmeninin başta resim olmak üzere, plastik sanatları çok iyi bilmesi gerekiyor; kuramsal anlamda. Sizin filmlerinizden, daha doğrusu beni etkileyen yönetmenler plastik sanatlara mutlak ilgisi olanlar. Nam June Paik buna dikkat çekmişti. Monitörleri bir gövde gibi yapması bundandı. Uzuv yaptı onları. Bir yönetmen de kamerasını gözünün, elinin bir uzantısı kılabilmeli.

Ü.Ü: Bill Viola vardır. Çok beğenirim. Yaptığı işlere baktığınızda, video işin bir parçası. İşin kendisi çevresiyle, kurulumuyla bir deneyim, başka bir yolla anlatılamaz. Bir video-art yapıtını herhangi bir monitörde ya da perdede izlediğinizde aynı etkiyi veriyorsa o bence bir kısa filmdir. Özzetle, kavramsal sanat adına yapılan işlerin çoğu kendisinden başkasına indirgenebiliyor. Bir makaleye, bir karikatüre dönüşebiliyor.

Ö.E: Uzvun olamıyorsa bir işe yaramıyor demek istiyor. Sizin yönetmen algınızın görüngüsel göz boyutu ile de çok yakınlığı var. “Bir şeyi görüyorsam, o da beni görüyor” durumu. Örneğin oyuncu olarak filminizde Serra Yılmaz’ı izliyoruz, ama yönetmeni de izliyoruz. Orada oyuncu ile yönetmen bütünleşebiliyor. Bu ülkemiz sineması adına oldukça önemli haller.

Ü.Ü: Sinema bir yönetmen sanatı. Sinemada bir sahneyi çekmeye başlarken verilecek o kadar çok karar var ki. “Seni seviyorum” diyen bir oyuncu düşünün. Nasıl çekeceğiz, kamerayı nereye koyacağız? Alt açıya koyarsanız başka bir anlam, üst açıya koyarsanız başka bir anlam çıkıyor. Kullandığınız ışık her şeyi o kadar değiştirebilir ki. Yumuşak bir ışık verirseniz romantik olur. Alttan sert bir ışık verirseniz mahallenin sapığı gelmiş gibi olur. Filmin iyi ya da kötü olmasının birincil nedeni yönetmendir. Yönetmen kafasında iyi kuramamışsa film kötü olur. Bazı işlerde yönetmenin kurduğu dünyaya çok müdahale ediliyor. Ticari sinemada bu çok oluyor. O zaman da kötü oluyor. Yönetmen kafasındakini iyi kurup, filme iyi geçirmişse film iyi oluyor, oyuncu bunun içinde puzzle’ın bir parçası sadece. Bir yönetmen isterse bir oyuncuyu rezil de vezir de edebilir. Oyuncu, çok büyük olanak sunuyor. Kurguda neyi kısıp, neyi atacağınız, hepsi oyuncunun nasıl göründüğü sorunuyla ilgili ve bütün bunlar yönetmenin belirlemesi dahilinde olan şeyler.

Ö.E: Boşuna değilmiş demek ki sizi plastik sanatlarla beraber düşünmem. Resim sanatına her yönden hâkim olmayan bir kimse bence görsel sanatların hiçbir dalıyla uğraşmasın, olmaz çünkü.

Ü.Ü: Ressamla yönetmeni yan yana getirmek çok doğru. Fakat bazı konularda karar veremiyorsun. İstediğin oyuncu gelemiyor örneğin. Bütçe az oluyor, hava uygun olmuyor, teknik aksaklık çıkıyor... Bir ressam kadar rahat olamıyorsunuz.

Ö.E: Sinema gelenek ilişkisinde geleneğe başkaldırmak değil de gelenekten yararlanmayı tercih ettiğinizi düşünüyorum, ne dersiniz?

Ü.Ü: Bizde gerçek bir ana akım gelenek yok. Ana akım olabilecek herkes bağımsız, tek başına isimler. Sinemaları işgal edip çok para kazandığı için anaakım olmuş gibi görünen bir cins sinemada da başkaldırmaya değecek bir şey yok. Öğrencilik yıllarımda kısa filmler yaptım. 17-18 yaşlarında yaptığım deneysel filmlerdi. “Sinema dilinin kodlarını kırmak” gibi büyük laflar etmeyi severdim. Filmin teknik kodlarıyla uğraşırdım. Şairlerle ilgilenirdim, Ece Ayhan, Bilge Karasu alıntıları yapardım. Ama o zaman bile bir dert anlatma gayreti vardı. Aşıktım, söyleyemiyordum. Kısa film yaptım. Aslında hala aynı dürtüyle film yapıyorum, dertlerim artık “aşığım söyleyemiyorum” kadar basit değil ama hala dünyaya, memlekete, insanlık hallerinde dair dertlerimi anlatmaya çalışıyorum.

Özkan Eroğlu: Sevgili Ümit Ünal bize zaman ayırıp, bu görüşmeyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığın için çok teşekkür ederiz.

Ümit Ünal: Ben de sizlere teşekkür ediyorum.

 
 
 

Recent Posts

See All
HAKİKAT VE GERÇEKLİK NEDİR?

Hakikat ve gerçeklik, felsefi bağlamda farklı anlamlar taşıyan kavramlardır. İkisinin benzer ve ayrışan yönleri üzerine ayrıntılı bir...

 
 
 

コメント


©2019 by ÖZKAN EROĞLU. Proudly created with Wix.com

bottom of page